İmalat sanayi, kapasite kullanımı açısından rekor kırıyor ama bu rekor olumsuz anlamda bir rekor... Bu temmuz ayında, imalat sanayindeki kapasite kullanım oranı, son beş yılın en düşük düzeyine indi. Beş yıl öncesi de zaten pandemi dönemiydi.

Merkez Bankası tarafından oluşturulan kapasite kullanımına ilişkin veriler, bu ayki oranın mevsim etkilerinden arındırılmış hesaplamayla yüzde 74,1’e gerilediğini ortaya koydu.

Kapasite kullanımı, temmuzdaki bu düzeyiyle 2020 yılının ağustos ayındaki yüzde 73’ten sonraki en düşük oran.

Yazımdaki grafiklerin ilkinde 2007 yılı başından bu temmuza kadar olan dönemin aylık kapasite kullanımı yer alıyor. İki dip nokta var; biri küresel kriz yaşanan 2008 krizi sürecinde 2009 yılında oluşan oran. Bir diğeri de pandemi dönemindeki oran. İkinci grafik ise son beş yılı daha ayrıntılı gösteriyor.

UYGULAMANIN DOĞAL SONUCU

Türkiye’nin, uzun vadeli hedefleri olan gerçek anlamda bir “ekonomik program” uyguladığını söylemek hiç kolay değil.

İki yıl önce göreve gelen yeni ekonomi yönetiminin temel amacı enflasyonu düşürmek. Bu iktidarın çeyrek yüzyıllık hedefi de aynı zaten.

Diyelim birkaç yıl içinde bunda başarılı olundu, enflasyon öngörüldüğü gibi yıllık yüzde 5’e düşürüldü. Sonra? Bu oranın yakalanması sorunların geride kaldığı anlamına gelecek mi?

Daha önce de kaç kez vurguladım; sihirli bir el dokundu ve varsayın ki enflasyon bir anda sıfıra indi, gelirlerin de artmaması kaydıyla. Bugünkü gelir düzeyi ve bugünkü fiyatlarla bunu kaç kişi ister ki?

Alım gücü artmadığı, yaşam koşulları iyileşmediği takdirde enflasyonun düşmesi ne anlam ifade eder ki?

Ekonomi yönetimine göre enflasyonu düşürmenin iki temel yolu var.

■ Talep kısılacak. Merkez Bankası buna talepte dengelenme diyor.

■ Üretim maliyetlerinin artmamasına gayret edilecek. Bu amaçla da kur artışı sınırlı tutulacak. Kur artışı sınırlı olursa hem ithal maliyet az artacak, hem de doğrudan tüketime konu malların (akaryakıt gibi) fiyatında yüksek artışlar olmayacak.

Konu enflasyon mu” diye düşünüyor olabilirsiniz, değil tabii ki, şuraya bağlayacağım.

Talebi kısmanın temel yolu belli; alım gücü azaltıldığı ölçüde talep de kısılır. Alım gücünü gönüllü olarak kısmak yani vatandaşı tüketimden “soğutmak” da mümkün, bunun yolu da faizi yüksek tutmaktan geçiyor. PPK’nın temmuz toplantısında faiz yüzde 43’e çekildi ama bu henüz ne tam anlamıyla tasarruf sahibini etkiledi, dolayısıyla da ne tüketime dönük bir etki yaptı, sanayi de bundan henüz etkilenmiş değil.

Ayrıca yüksek faizin sanayiye etkisi iki türlü...

Yüksek faiz bir yandan tüketimin daralmasına yol açıyor, bir yandan da sanayinin finansmana erişmesini hem zorlaştırıyor, hem çok pahalı hale getiriyor.

Sanayicinin, özellikle de iç piyasadan tedarik ettiği ürünlerle üretim yapan sanayicinin açmazı çok somut:

“Yüksek maliyetle çalış, talep düşüklüğü yüzünden iç piyasaya satış yapmakta zorlan, ihracatta sıkıntı yaşamaya devam et!”

Sonuç ortada; kapasite kullanım oranı giderek düşsün ve beş yılın en düşük düzeyine insin!

Sanayici bu koşullarda niye daha fazla kapasite kullansın, niye daha fazla üretim yapsın ki!

Teşbihte hata olmazmış, akla Nasrettin Hoca’nın bir hikayesi geliyor.

Hani Nasrettin Hoca eşeğini açlığa alıştırmak için her gün daha az yem vermeye başlamış. Bir gün, üç gün, beş gün; her gün daha az yem vermiş. Bir gün bakmış ki, hayvan ölüvermiş. Nasrettin Hoca ise gayet sakin:

Tam açlığa alışıyordu ki, ölüverdi.

Ekonomi yönetimi sanayiyi kıt ve pahalı kaynak kullandırmak yoluyla sanki açlığa alıştırmaya çalışıyor gibi ama aman dikkat!

“NE HALLERİ VARSA GÖRSÜNLER!”

İmalat sanayi sıkıntı yaşadıkça bir kesimden “Ne halleri varsa görsünler” gibi sesler yükseliyor.

Bunu söyleyenin belki komşusu, belki bir yakını o tesislerin birinde çalışıyor.

Böyle düşünenler, kapasite kullanımı ve üretim düştükçe ekonominin bir bütün olarak sıkıntıya gireceğini; bunun da özellikle işsizlik ve pahalılık olarak kendilerine döneceğini pek hesaba katmıyor.

Türk sanayisi çok daha büyük ve uluslararası ölçekte marka yaratabilir durumda olsa, ARGE çalışmalarına çok daha fazla kaynak ayrılabilse gençler üniversiteye adım attıkları gün yurt dışına nasıl gidebileceklerinin kaygısına kalır mıydı?

Ne halleri varsa görsünler” demek kolay.

Gerçi zamanında çok yanlış yapan, bu sözü hak eden yok mu, tabii ki var.

Kaynaklar bol ve ucuzken bunları üretime dönük kullanmayan yok mu, tabii ki var.

Ama böyle yapanı “ayıklayamayıp”, herkesi aynı kefeye koymak da doğru olmasa gerek.

YA SİYASETEN YAPILAN YANLIŞLAR

Türkiye, siyaseten de ekonomiyi baltalamak istercesine adımlar atmakta pek mahir. “İstercesine” diyorum, tabii ki doğrudan böyle bir amaç yok, olamaz ama ekonominin atılan adımlardan etkilenebileceğinin hiç hesaba katılmadığı da ortada.

Sanıyor musunuz ki 19 Mart yalnızca kamu kesimini etkiledi; Merkez Bankası rezerv kaybetti, faiz yükseltilmek zorunda kalındı, Hazine daha yüksek maliyetle borçlandı.

Özel sektörde tahsilatlar durdu; domino taşları gibi herkes birbirini etkilemeye başladı. A şirketi B’ye ödeme yapmadı, yapamadı; B şirketi C’ye, C de A’ya... Dedim ya adeta domino taşları gibi bir yıkılma yaşandı ve bu durumun etkisi hâlâ sürüyor.

Aa Haber Tablo 31072025

• Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve borsagundem.com.tr’nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.

Kaynak: ekonomim.com