Atatürk’e göre “siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan başarılar kalıcı olamazdı.” Bu anlayış, Türkiye’nin 1923 İzmir İktisat Kongresi ile başlayan ekonomik yapılanmasının yol haritasını oluşturdu.

Yeni Türkiye’nin karşısında, savaşlarla yıpranmış, üretim kapasitesi düşük ve sermayesi yok denecek kadar az bir ekonomi bulunuyordu. Atatürk, bu tablo karşısında “milli ekonomiyi” hedef gösterdi. Yabancı sermayeye teslim olmayan, üretim gücünü halktan alan bir ekonomik düzen...

İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada Atatürk, “Milletin bağımsızlığı tehlikeye düştüğü zaman nasıl silaha sarılmışsa, şimdi de iktisadi cephede aynı azim ve iradeyi göstermek mecburiyetindedir” sözleriyle, kalkınmanın halkın elinde yükseleceğini vurgulamıştı.

1920’lerin sonundan itibaren dünyayı sarsan ekonomik buhran, Türkiye’nin kendi kaynaklarına yönelmesini zorunlu kıldı. Atatürk, 1930’lu yıllarda uygulamaya konan devletçilik politikasını, “ne tam liberalizm, ne de tam sosyalizm” olarak tanımladı. Devlet, özel teşebbüsün yanında ve rehber konumundaydı. Bu politika sayesinde sanayi yatırımları artarken, Sümerbank, Etibank, Kayseri Uçak Fabrikası gibi kurumlar ülke ekonomisinin lokomotifleri haline geldi.

Atatürk’ün ekonomi vizyonu, sadece üretimle sınırlı değildi. Kadınların ekonomik yaşama katılımı, çiftçinin kalkındırılması, tasarruf bilincinin yerleşmesi ve Türk parasının değerinin korunması da onun hedefleri arasındaydı.

Bugün bile Atatürk’ün şu sözü, Türkiye’nin ekonomik hedeflerinde yankılanmaya devam ediyor:

“Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.”

Atatürk’ün bıraktığı bu miras, Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece siyasi değil, ekonomik varlığının da temelini oluşturmaya devam ediyor.